Özensizlik ile lekelenen güzelliklerimiz

Kim bilir kaçınız betonlaşmadan şans eseri kurtulmuş, Kuşadası Milli Park’ının güzellikleri ile gönlünü ve gözünü yıkamıştır… Kim bilir kaçınız Dilek Yarımadasını Davutlar’dan, bembeyaz kumsal çerçevenin ardında , uzun uzun seyre dalmıştır. Tüm bu güzellikler hep eski bir hikaye gibi mi anlatılmalı? Çocuklarımız çöpleri, beton boruları, plastik şişeler ve yerdeki çekirdek kabukları ile lekelenmiş doğa güzelliklerini tanımadan mı bu dünyada yetişmeli?

Birileri para kazansın, gelip geçenlerin karnı doysun da, isterse dünya yıkılsın, tüm güzellikler yok olsun diye düşünenler, neden kıyılarımızı, doğal güzelliklerimizi gasp etsinler? Yetkililer değil midir, vergilerimizle güzelleştimeye, söz verdikleri topraklarımızı, kıyılarımızı koruyacak? Mesela, Kuşadası Davutlar SSK Sitesi önüne, çiçeklerin arasına, betonu gözleme satacağım diye döken, üstüne çirkin bir kulübe diken, seçimlerden yararlanıp yetkilileri susturan gözlemeci yurttaş ? Bıraktığın atıkların, güzelim çiçeklerin yemyeşil dalların üzerini örtmesine gönlün nasıl razı olur?

Pembe çiçek tohumlar nasıl betonu delip gökyüzüne ulaşacak? Birkaç liraya gözleme satarak para mı kazanacağını sanıyorsun? Tüm varlıklı doğa düşkünü, turistler, bucak bucak bu kirlilikten ve betondan kaçarken?

Ey yetkililer, seçim bitmedi mi daha? Oturmadınız mı koltuklarınıza… Kirletilen, çirkinleştirilen doğayı, insanların açgözlülüğünden korumak için bir şeyler yapsanıza! Size birkaç fotoğraf ile eskiyi ve yeniyi hatırlatabilir miyim? Neden güzellikler eskide kalsın? Neden beton, bize bereket getiren kırmızı toprağı ve yeşili örtsün? Neden?

2014-06-03-08-12-03-ekran-goruntusu 2014-06-03-08-11-42-ekran-goruntusu

Nasıl daha verimli olabiliriz?

Bilim, evrenin öznel (sübjektif) algılanmasının nesnel (objektif) yorumudur. Nesnel mantık sayesinde tüm akıl sahiplerinin üzerinde birleştiği kurallar oturtulur. Basit bir deyişle, aklın yolu bir olur. Günümüzde üniversiteler, bilimin en fazla geliştirildiği ve anlatıldığı bilim tarlalarıdır. Peki ama bilim tarlalarımız yeterince verimli mi? Verimli olan ve olmayan akademisyen nasıl ayrılmalı?

Bilim doğayı gözlemlemekle başlar. Doğanın aslında insan beyninin karmaşıklaştırdığı basit kuralları, örgütlenmiş uygarlıkta pek de değişmez. Her türlü üretim aşamasından yüksek verim almak için doğanın basit kurallarını uygulamak kanımca yeterlidir. Gelin bilim tarlalarımız olan üniversitelerimizi basit verim örneğine uyarlayalım ve daha verimli olmak için ne yapmak gerekir sorusuna kafa yoralım.

1- Uygun toprak seçimi: Üniversiteler için toprak insandır. Yeterli sayıda insanın olduğu her yer, bilim için, üretmek için kullanılabilir. Özellikle ülkemizdeki gibi nadasa bırakılmış topraklar ekilip biçilmeyi bekler. Ancak üzerinde yıllarca ağır kayaların (padişahlar, ağalar, baskıcı ve tek adamcı politikacılar) bindiği bu topraklardan, kaya ve ağır taşları ayıklamak gerekir.

2- Toprağın havalandırılması: Tohumun yetişebilmesi için hava, bilimin gelişebilmesi için özgürlük gereklidir. Özgürlük düşündüğünü içsel ve dışsal bir baskı olmadan dile getirebilme; nesnel (objektif) kurallarla doğru olduğu kabul edileni yapabilme iradesidir.

3- Toprağın zenginleştirilmesi (gübreleme): Bazı insanlar bilimsel üretkenliğe daha yatkındır. Bu insanlar bir çocuk gibi doğayı ve evreni merak eden, sorular soran, öğrenmekten zevk alan ve bu zevki çevresindekilerle paylaşarak aşılayan insanlardır. Bu insanların bilimsel üretkenlik için doğal bir eğilimi vardır ve bulundukları üniversiteleri zenginleştirerek bilimsel verimliliğe katkıda bulunurlar. İnsanları organize edip güdüleyen, bilime ve üretkenliğe inanmış, narsist olmayan liderler de toprağın diğer zenginleştiricilerindendir.

4- Uygun tohum seçimi: İhtiyaç duyulan ürünlerin ne olduğuna karar vermek en önemli basamak olmalıdır. Bu, önceliklerin belirlenmesi ile yapılır. Öncelikler arasından toprak-tohum uyumu en yüksek olan ürün seçilmelidir. Örneğin güneşin bol olduğu topraklarda, güneş enerjisine dayalı teknolojilerin geliştirilmesi gibi. Bu seçimde bölgesel doğal kaynaklar planlamada göz önünde bulundurulmalıdır. Özellikle ülkemizde yeni kurulan üniversitelerin her birinin bir misyonu, önceliği olmalı; bu öncelikler ülke ve bölge planlamacıları ile tartışılarak belirlenmelidir. Bu anlamda üniversite ile yerel yönetim işbirliği önem taşır.

5- İç döllenmeden (inbreeding) kaçınma: Birbirine benzeyen veya aynı aileden iki tohumun birbiriyle döllenmesi kısırlığı getirir, verimi düşürür. Ne yazık ki ülkemizdeki birçok köklü üniversite kendi yetiştirdiği kişiyi kendi kurumunda tutma eğilimi ile bu doğa kuralına ters bir tutum sergiler. Tartışma ve farklı fikirlerin hoşgörülü birleşmesinden doğacak dinamizm böylece kaybedilir. İnsanlar ve bilim uykuya dalar.

6- Suya kavuşamama: Topraktan yeterince verim alabilmek için sulama gerekir. Toprak için yağmur ne ise üniversite için adalet odur. Adil olmayan yöneticiler tarafından yönetilen bölümler, fakülte veya üniversitelere öfke ve kin tohumları ekilir, ortalığı ayrıkotları sarar. Ne yazık ki ülkemizde özellikle popülist bir mantıkla yapılan rektörlük seçimleri adaletin önündeki en büyük engellerdir. Seçimden sonra farklı adayları destekleyen öğretim üyeleri birbirine düşman olur, ekip birliği yok olur. İktidar sahibi rektörler kendi destekçilerini göklere çıkarır, karşıtlarını kendince cezalandırır. Yağmurlarla sulanamayan toprak için umut olabilecek su pınarları da işe yaramaz. Çünkü baskıcı ve narsist yöneticiler olarak niteleyebileceğimiz büyük ve ağır, yerinden kıpırdatılamayan kayalar su pınarlarını tıkar, toprağın sulanmasını, tohumun filizlenip tomurcuklanmasını engeller.

7- Ayrıkotlarının ayıklanması: Ayrıkotları toprağın üretim amacına uygun olmayan; yanlış yerde bulunan ürünlerdir. Başka amaçlarla başka ortamlarda kullanıldığında topluma yararlı olabilecekken narsistik ihtiyaçlar, yönetme ve güç isteği gibi bilimin doğasına uygun olmayan yerlerde yetiştiklerinden zararlı olurlar. Tohumları ve toprağı kendi istekleri doğrultusunda manipüle etmeye çalışıp verimliliği düşürürler.

Ayrıkotları ile bilime uygun tohumları ayırt etmek, en başta belirttiğim nesnel (objektif) bilim kurallarını uygulamakla mümkündür. Basitçe ‘aynası iştir kişinin lafa bakılmaz’ atasözü ile yüzyıllardır vurgulanan kuralın işitilmesidir aslında. Her tohumun, yani her akademisyenin verimliliği yapılandırılmış objektif kurallarla sorgulanmalı ve yetkilendirme bu puanlamaya göre yapılmalıdır. Bu puanlamada sadece bilimsel yayın sayısının sorgulanması yeterli değildir.

Ek olarak a) yayınların etki faktörü, b) ulusal ve uluslararası bilim faaliyetlerine katkısı, aldığı eğitimler, sertifikalar, patent hakları, c) kalitenin müşteri memnuniyeti olduğundan hareketle yetiştirdiği üniversite öğrencisi ve asistanların öğretim üyesini verdiği eğitime dair puanlaması, d) bulunduğu üniversite veya şehrin kültürel gelişimine olan katkısı sorgulanmalı ve yapılandırılmış olarak puanlanmalıdır (Not: Örnek olarak Harvard Üniversitesi’nde öğretim üyesi yükseltmelerinde benzer kriterler kullanılmaktadır. Konu bir başka yazı başlığı olacak kadar kapsamlı olduğundan burada ayrıntıya girilmeyecektir). Bu sorgulamalar sonucunda elekten geçen ve geçmeyen tohumların belirlenip, uygun olmayanların ortamdan uzaklaştırılması verimli bir üretim için şarttır.

Âşık Veysel’in deyimiyle ‘benim bilge dostum, kara topraktır

www.aydinpost.com/nasil-daha-verimli-olabiliriz-30yy.htm

Yürekleri yaralı anneler ve oğullar

Geçtiğimiz hafta sonu Muğla’nın çamla kaplı bilge dağları arasında gizlenmiş güzellikleri keşfe çıktık. Yörüklerin ve neşeli kuşların sahiplendiği cennetten güzel bir dağ köyüne gittik. Tertemiz, misafirperver, yüzü keçilerle beraber güneşin parlattığı insanlarla sohbet, keyifli ve derindi.  80 yıllık yaprakları gökyüzü ile kucaklaşan bir dut ağacının altındaki kırmızı çatılı,  kireç badanalı, eski evin köy ocağında, 83 yaşındaki Fatma nine, anneleri dünyadan göçmüş, Eda ve Seda’nın ellerinden hazırlanmış, böreklerin piştiği ocağı seyrederken içeriye teyze oğlu Ahmet girdi. Tek ayağı aksıyordu. Batman’da askerlik yaparken, bir çatışmada dizine kurşun yemiş, kalçası parçalanmıştı.  Hepimiz oklava ile hamuru maharetle açan Fatma Nine’nin ellerini seyrediyorduk. Gazi Ahmet çatışmada ölen arkadaşının  yüzünü unutmadığını ve ancak ellerinin titremesini güçlükle kesen iki hapla idare edebildiğini  anlattı.    ‘Peki, çatıştığınız teröristleri hiç gördün mü? ‘diye sordum. Birkaç tanesini ölü olarak gördüğünü ve rüyalarının o yüzlerle kesildiğini anlattı. Kir pas içinde ve korku dolu yüzler, ölümle donup kalmıştı.  Hele bir de dağa terörist başı olarak çıkmış ve çatışmada ölmüş kayıp Samsun’lu, üniversiteli güzel kızı anlatırken hepimizin tüyleri ürpermişti. ‘Üstelik Kürt de değil,  ne işi var Batma’nın dağlarında?’ dedim.  ‘Kendi insanına karşı…’ Belki de âşık olup, sevgilisinin peşinden çıkmıştı dağlara… Kim bilir neden oralardaydı.

Ah deli gençlik dedim içimden, yücelttiğin değerleri ne güzel de kullanır politika! Nasıl da harcar senin güzelliğini, yurt sevgini, kahramanlık ve önemsenme isteğini kendi çıkarları için… Nasıl da güzelsiniz aslında, ey gençler;  neden sorgulamazsınız acaba; gerçekte kime ve neye hizmet ettiğinizi; güzelliğe ve yaşama mı; yoksa acılara ve ölüme mi?

Doğaya bakın, kurtlar, kuşlar, çiçekler, ağaçlar barış içinde, birbirine saygılı… Bir ağaç bile dalını uzatmaz diğerinin üstüne… O kadar çok toprak var ki işlenecek… Yeter ki kavga olmasın, üretmek olsun, sevgi olsun, yüreğimizi coşturan…

Gözlerimiz dolarken Ahmet’e ‘sakın içinde nefret olmasın; sen de o diyarlarda doğabilir ve bir terörist olarak dağlara sürüklenebilirdin’ dedim. Haklı olduğuna inandırılsaydın, belki sen de aynısını yapardın.  Hepimiz insanız, hepimiz inancımızla yaşarız önce.  Yeter ki inancımızın hangi yüce ve evrensel değerlere hizmet ettiğini sorgulayalım…  Yeter ki bir ananın çocuklarına baktığı gözle, insanlara ve çocuklarımıza bakalım.

Fatma Ana’nın yüreğinde hepimizin sığabileceği kadar genişlik var. Anadolu’muzda hepimizi doyuracak kadar bereket var… Yeter ki sevelim, sevilelim, bu toprak da, dünya da kimseye kalmaz…

www.aydinpost.com/yurekleri-yarali-anneler-ve-ogullar-14yy.htm

HİZMET SEKTÖRÜNDE ZORLA GÜZELLİK OLUR MU?

Kalp damar cerrahı, öğretim üyesi arkadaşımla sohbet ediyoruz. Bugün
nöbet tutuşunun 20. yıldönümüymüş. ‘Kıpkırmızı bir bardak çay ile
kutlayalım’ dedik içimiz buruk.
Bugünlere geleceğimizi bilseydim gün aşırı bunca nöbeti tutar mıydım
bilmem, dedi. Cerrah olmak çok zordur bilirsin. Bütün gece nöbet
tutup, ertesi günü çalışmaya devam ederiz, saatlerce ameliyatlar
sürer, çoğumuzun boyun fıtığı vardır. Çoğumuz stresli, hipertansiyonlu
insanlarızdır. İnsanın damarı, beyni parmağımızın ucundadır çünkü. Mal
alıp satmaya benzemez bilirsin; ancak yakınlarımız bilir işimizin
güçlüğünü. Eve gider üstüne de ders çalışırız, sınavlar için,
doçentlik için, makale için, ders hazırlamak, öğrenmek için. Beyin ve
parmak işçisiyiz biz anlayacağın.
Geçen gün bir amcayı ameliyat ettim, ameliyat iyi geçti ama, çok yaşlı
olunca enfeksiyon kaptı, kötüleşti. Muş aşiretinden biriymiş amca.
Muş’tan otobüslerle insanlar geldi hastane kapılarına, bekleşip
durdular gözümün içine baka. Geceleri uyuyamadım kaygıdan, sonra da
düşündüm değer mi diye. Aldığım toplam doçentlik maaşı 2.500 TL. Doğru
dürüst performans dağıtmıyorlar hastane zararda diye.
Yeni yasal düzenlemelerle artık yaptığımız iş para puan ile çarpılır
oldu. Bu iş bu para, bu puan ile yapılır mı diye düşünmeye başladım.
Kirlendiğimi hissettim. En başta da mesleğimin kirlendiğini. Geceleri
uykusuz kalmam, ders anlatmam, yöneticimin, yöneticinin, girişimcinin
gözünde değersiz önemsiz… Eskiden bunlar hastam için, yeminim için,
öğrencim için, insanlık ve bilim için yaptıklarım içindi. Aldığım para
önemsizdi. Artık sistem değişti, puan para hesabı hepimizi köreltti,
küçülttü. Artık meslektaşlarımın kaçı bugüne kadar yaptıklarımızı
yapar bilemem.
Hasta başı para, puan hesabı, hasta iyileştirme hedefinin önüne geçti.
Artık doktorlar puan biriktirme derdiyle hastayı oyalayıp, yüzünü
gösterir tetkik ister durur. Ancak kaç kişi hekimlik sanatını uygular,
elini taşın altına koyar, riskli hastayı ameliyat eder bilmem. Riskli
hastaya bakmanın puanı nezleye bakmak ile aynı bu sistem yapılan
işlemin kalitesi ile ilgilenmiyor, hasta ne kadar uzun yaşamış,
yapılanlar işe yaramış mı, hasta iyileşmiş mi kimse düşünmüyor.
Şu anda bir doktor bir muslukçu yada bir telefoncudan daha düşük maaş
oluyor. Bir MRG raporu 3-5 liraya raporlanıyor; özel sektörde bir
muslukçu 25 TL’den açıyor servisi. Çünkü sistem doktorun emeğini
kontrol edip, ucuzlatıp girişimciye ucuz işçi, para kazanma yolu
olarak sunmak istiyor neyse ki şu anda kimse muslukçunun aldığı para
ile ilgilenmiyor.
Hekimlik mesleği köşeye sıkışmış, umutsuz, çaresiz ve emekleri
ucuzlatılmış girişimcilerin, hastane sahiplerinin iştahını açan
sofralara yem olarak atılmış durumda. Kutsal hastası kendi vergisi,
emeği, huyu ile kurulan yönetimlerle karşı karşıya. Aklı selim bir
mantığın elbet günün birinde yerleşeceğini, güneşin balçıkla
sıvanamayacağını, zorla, seçeneksiz bırakılarak çalıştıran hastaların
şifa dağıtamayacağını, zorla güzelliğin hizmet sektöründe
olamayacağını söylese de yürekler kırgın, hastalar sahipsiz ve
ilgisiz.
Cerrahlar ameliyathanelere sokulmuyor. Oy için, puan için yoksullukla
hekimi korkutarak yine hekime hasta baktıran mantık yanına artık
kimselerin sistem gereği dokunmak için motive olmadığı zor ve riskli
hastaları alarak yok olacak. Geriye sadece o hastaların yakınları ve
gerçeği bilen hekimlerin yanık yüreği kalacak. O zaman iş işten geçmiş
olacak, hastalarımızı korumak yemini gereği boynumun borcu.
Hastalarımıza duyurulur.