Koku

KOKU                                                                     

1 Nisan 2004

Portakal kokulu şehir… Güzel ama mutsuz bir kadın gibisin. Farkında mısın toprak sana aşık… Dokunduğu her şeyi Tanrı’nın parmakları gibi canlandırıp yeşertiyor. Kırlar çiçeklerin en güzelleriyle, tarlalar buğdayın en sarı başaklarıyla, dağlar ve ovalar yağlarla ballarla doluyor. Meyveler en lezzetli, maydanoz en yeşil, kereviz en kokulu… Kurbağalar senin güzelliğinin dedikodusunu yapıyor akşamları…

Taa ki yakıcı şımarık güneş iyice bilenene kadar. Bilendikçe keskin bir orağa dönüşüyor ve bütün papatyaları biçiveriyor. Şehir saçı kazınmış bir kadına dönüşüyor. Kurbağalar kuruyup yere yapışıyorlar. Toprak, gökyüzüne ağaç dallarını ve yapraklarını yolluyor. Kadınını güneşten korusun diye… Ama hoyrat şehir insanları, ağaçların dallarını kökünden kesiveriyor. Şehir gibi ağaçlar da saçsız kalıyor. Güneş iyice şımarıyor. Yakıcı oklarını her önüne çıkana fırlatıyor. Âşık toprak, güzelliğini sonu bilinmeyen bir hastalığa tutulmuşçasına kaybeden kadınını seyrediyor… Kadın eridikçe toprak çatlıyor.

 

Yaprak kımıldamıyor.

 

Sadece akşamları epeyce uzakta kalmış bir deniz memleketinde yaşayan bir arkadaşı, meltemiyle birazcık su yolluyor. Onun sayesinde toprak ve şehir ölmeden, ama bitap ve umutsuz, güneşin çekip gitmesini bekliyor. Mutsuz ve hasta kadının memleketinden insanlar da uzaklaşıyorlar. Adı ‘Deniz’ olan daha çekici kadınlara doğru.

Evler boşalıyor. Toprağın çatlamış ve buruşmuş derisi, bitap ve umutsuz sessizce inliyor. Yaz tüketirken tükeniyor.

 

Birden şimşek çakıyor. Tanrı artık adalet gerektiğine karar verip yağmurlarını gönderiyor. Yağmurlar öylesine öfkeyle bağıran bir gökyüzünden fışkırıyor ki, bütün yılanlar kaçışıyor. Toza bürünmüş topraklar yıkanıyor. İnsanlar sakinleşmiş şehirlerine geri dönüyorlar. Güneş yumuşuyor. Çok şey görmüş ve geçirmiş toprak ve kadın, uzun ve huzurlu bir güze başlıyorlar ve yavaşça meyvelerini yaşama saçıyorlar.

2 Nisan 2016

Sabaha karşı, odamın penceresinden beni, uykudan uyandıracak kadar güçlü bir koku, içeriye sinsice giriyor. Gözlerimi nahoş bir duyguyla açıyorum. Kalkıp penceremi kapatıyorum. Ama odama bir kez girmiş olan koku; uykulu bedenime huzur vermiyor, sanki hücrelerimi rahatsız ediyor.

Anlamaya çalışıyorum bu kokunun nedeni. Hiçbir bitkinin veya canlının kokusuna benzemiyor… Tanımadık, rahatsız edici… Kükürt mü acaba? Başka bir şey mi… Belli ki  canlılıktan uzak.., Bedenime ve aklıma yabancı… Pandora’nın kutusundan çıkmış sanki… Yer altındaki karanlık dehlizlerden….

Beynim uyanıyor… Jeotermal enerji kuyularını hatırlıyorum. Bu kokudan şehrin başka yerlerinde de rahatsız olan ve geceleri herkez uykuda iken salınan bu itici kokudan şikayet eden diğer insanları…

Yıllar önce ortalığı kaplayan güzelim portakal, turunç çiçeği kokusunun verdiği tatlılığı bir zorba gibi bastıran bu kokuyu, istemeden çekiyorum içime… Kaçacak yer yok çünkü.. Zengin de fakir de, kuşlar da, kurbağalar da aynı pis kokuyu çekiyor içine.

Hepimizin kafası karışık; birbirimizin yüzüne bakıp “birileri bir şeyler yapsın” “bize ne olduğunu açıklasın” diye bekliyoruz.

Araştırıyorum jeotermal enerji üretiminde ortama salınan gazları.

Sülfür gazı olmalı. Özellikle jeotermal enerjiyi yoğun olarak kullanan “İzlanda” gibi ülkelerde yapılmış bir sürü bilimsel çalışma buluyorum. İnsan sağlığı; iklim ve ekolojik sisteme olan etkilerini anlatıyorlar uzun uzun…

Bir de “ Union of Concerned Scientist”  “Kaygılı Bilim Adamları Topluluğu” adlı bir internet sitesinde (http://www.ucsusa.org/clean_energy/our-energy-choices/renewable-energy/how-geothermal-energy-works.html#.VzF2svmLSqY ) çarpıcı bilgileri okuyorum. “Jeotermal enerji santrallerinden yayılan hidrojen süflid, asit yağmurlarına dönüşüyor, tarım ürünlerinin, ormanların suların ve toprağın asitlik oranının artmasına ve kirlenmesine neden oluyor” diye bilgi veriyor.

Jeotermal kaynaklardan buharla havaya salınan sülfür dioksit, küçük asit küreciklerine dönüşüyor ve akciğerlerimizle kanımıza karışıyor. Bu durum akciğer ve kalp hastalıklarında artışa neden oluyor. Hücrelerimin, rahatsız oluşu, bana penceremi kapattırması, bu gerçeğe bağlı olmalı… Kaygılanıyorum tıpkı diğer kaygılı bilim insanları gibi…

Ancak bu site ekliyor: Amerika daki jeotermal enerji santrallerinde böyle bir sorun yok. Çünkü bu kurumlar halk sağlığı için sıkı denetleniyorlar ve filtreler kullanıyorlar. Demek ki çevreye rahatsızlık vermeden de enerji üretmek mümkün. Durum bizde nasıl diye merak ediyorum ve düşünüyorum ardından…  Dünyamız ve doğamız hakkında “bağımsız bilim adamları dışında ” kaygılananlar var mı? diye…

Huzur içindeki uyum ve hoşgörü

Fırındaki yulaflı kek mis kokularını mahalleye bağıra bağıra yayarak pişerken, ev kedilerinin en sevdiği evin sakini bu şehri düşündü. Güneş batmayan ülkede güneşi bulutlar ne de çok maskeliyordu. Doğada hiçbir şey kıyasıya üstün gelemez, doğa sessiz bir denge içinde binlerce böcek, bitki ve hayvanı barındıracak denli kendi içinde hoşgörülü… Herkese yer veren, ve büyümesine olanak sağlayan anne gibi…İşte bu annenin kucağında tüm kediler mutlu mutlu çimlerin üzerine uzanıp güneşleniyor, köpekler bisikletli sahiplerinin peşinde hiç havlamadan koşuyor…Londra’da zenciler, Çinliler, Hintliler, Türkler, İngilizler uyum içinde yaşayıp gidiyor.

Özgürlük, belki de bu şehri bu kadar çok yabancı için cazip kılan, geniş güzel parkları ile yarışacak denli önemli bir özellik. Bu şehrin en pahalı mahallelerinin Rus oligarkları, Arap şeyhleri, ülkelerini soyup paraları yurt dışına kaçıran ünlü politikacıları (bir kısmı da bizim eski ünlü politikacılardan), iş adamları olduğunu anlatıyorlar. Ülkelerindeki maskeli itaatın iplerini kopararak sessizce bu şehre gelip en pahalı evleri satın alıyorlar. Çılgın gece kulüplerinde, en pahalı restoranlarında paralarını rahatlıkla döküp saçıyorlar… Fakir mahallelerde yine de yıllığı 1.5 pound’a (yaklaşık 5 Lira) bir yıllık havuza girip çıkmak mümkün olabiliyor…Sosyal devlet sayesinde çocuklar için spor ve oyun alanları olabildiğince geniş ve renkli. Yüz yıllık çınar ve meşe ağaçları, sık sık yağan yağmurlara şemsiye oluyor çocuklar için. Ağaçlar budanmadan özgürce uzayabiliyorlar. Çocuklar, farklılıkları olan insanlar tomurcuklanabiliyor…

İlginç bir hikaye dinliyorum. Çalıştığım, bilim ve etiği sık sık tartıştığım bilge, Malezya asıllı doktordan: Çalıştığım hastaneye yakın bir cüce mahallesi olduğunu anlatıyor. Cücelerin, bu şehirde cüce olmaktan memnun olduklarını ve cüce çocuk doğurmak istediklerini anlatıyor. Hatta bir gün hastanelerine çocuk sahibi olmak isteyen bir çift cücenin başvurduğunu anlatıyor. Cücelerin bu evliliğinden %25 oranında normal çocuk doğma olasılığı nedeniyle, cüce ebeveyn hastaneye başvurarak normal çocuk doğurmak istemediğini belirtiyor. Normal fetüse (cenin) gebe kalınması durumunda bu fetüsün alınmasını istiyor. Hastanenin etik kurulu bu isteği uzun uzun tartışarak en sonunda böyle bir isteğin karşılanamayacağını, yani normal fetüse kürtaj yapılamayacağını cüce ebeveyne bildiriyor. Aradağını bulamayan cüce ebeveynler çareyi başka, kuralsız mekanlarda arıyor belki de.

Normal ve anormal insan; halinden memnun farklı insanlar konularını yeniden tartışıyoruz kendi aramızda…

Kısacası her boydan, her köyden, her çeşitten insan, sessiz, sakin; büyükşehrin pahalılığına rağmen kendinden memnun yaşayıp gidiyor. Siyasi çalkantılar, kışkırtmalar, öfke patlamalarından uzak bir halde… Brecht’in ‘halkın ekmeği özgürlük’ sözünü hatırlıyorum. Kimi zaman boğazdan geçen ekmekten de daha değerli hale gelen…

Şehirlerde ulu ağaç özlemi

Her yıl Dünyada 1 milyonun üzerinde deri kanseri ortaya çıkıyor. Amerika’da 2010 yılında 68.000 yeni gelişen deri kanseri (malign melanom) tanısı konulmuş ( 2010, Cancer J Clin.) Deri kanserlerinin oluşumunda en önemli etken güneş ışığından kaynaklanan radyasyon, güneş ışığındaki ultraviyole aynı zamanda genetik mutasyonlara neden olarak bağışıklık sitemini baskılıyor ve anormal hücrelerin yok edilmesini engelliyor. Bu nedenle özellikle deri kanseri oluşturma riskini %75 oranında arttırarak kanser oluşumunu tetikliyor. Peki ama biz aşırı güneş ve ultraviyoleden nasıl korunabiliyoruz? Kişisel olarak yapabileceklerimizi hepimiz biliyoruz. Güneş koruyucuları, şapkalar, şemsiyeler, v.s. Kapalı mekanlara veya şapkalarımız altına saklanmak, güneşli saatlerde dışarı çıkmamak mı tek çözüm?, Neden ağaçlar, ulu çınarlar, çamlar bizi kızgın güneşten korumasın? Yazları arabalarımız ve kendimiz için gölge ararken, yollardaki gölgeleri çoğaltmakta ne kadar başarılıyız? Şehirlerimiz, sokaklarımız çirkin betondan yansıtıcılar… Güzelliği bir yana kızgın güneşle bir olup bizi kavuruyor.

Belediyelerimiz artık ulu ağaçlar dikmiyor, dikse bile dallarının gökyüzüne uzanmasına, bizi güneşten korumasına, izin vermiyor. Aydın ilindeki şehir ağaçlarının %50-60’ı turunç ağacı… Taç yaprağı küçük olan bu ağaçların, ancak kendi gölgesine hayrı var. Yeşil bulutlar oluşturan, Ege’nin sembolu fıstık çamları, kısa vadeli hesaplarla dikilmiyor. Çınar ağaçlarının dalları, odun tüccarları ve pidecilerin eline yem ediliyor. Ve biz bu şehirlerde azıcık gölge arayan şehir sakinleri olarak, çaresiz kaçıyoruz bu şehirden yazları… Ulu ağaçların gökyüzünü bulutların yerine süslediği yabancı şehirlere. Bizim gibi kuşlar da göç ediyor oralara; uzama özgürlüğü olan ağaç dallarına…

Lafın kısası beton doğaya ve güzelliklere yakışmıyor; onu gölgeleyen ağaç dalları, sarmaşıklar veya çiçeklerle bezenmedikçe. Ağaçlar bizi koruyamıyor; uzun dalların gökyüzüne uzanmasına izin verilmedikçe…

yelda-hanim-yazi-icerigi

Resim 1-3. 15 şubat 2011 yılında ADÜ’de düzenlediğimiz, Aydın’da ultraviyole, hava ve çevresel radyasyon kirliliği afişindeki ağaç benzeri çaresiz ağaçlar konuya dikkat çekmemize rağmen hala çok yaygın. Yol kenarları ve parklardaki ağaçların büyük kısmı bodur ağaçlar.

Resim 4-5. Gökyüzünde yükselerek, yeşil çatılar oluşturan, ulu ağaçlarla süslü Marsilya (4) ve Viyana (5) gibi birçok uygar şehirde ağaçlar bizim şehrimizdeki gibi budanmıyor. Bu uygar şehirlerin hemen tümünde, apartmanlar boyu gökyüzüne uzanan yüzyıllık ulu ağaçlar şehirlere güzellik katıyor.

Sesle dokunmak

Ses duvarları aşıp, kapıları devirip geniş meydanlara yayılıyor. Güneşin altında gezinip duran rüzgâr, çimler ve yeni dikilen fidanlarla oyun oynayıp insanların yanağını ve saçını okşayarak taşıdığı ses taneciklerini kulaklardan içeri boşaltıyor. Rüzgârın veya sesin etkisiyle kenardaki havuzun suyu titreyip duruyor. Bir tarafta insanları toplayıp duran büyük alışveriş merkezinin pürüzsüz duvarlarına kocaman bir küp şeklinde siyah bir elek asılmış, meydana iri ses taneleri yolluyor. Ses taneleri öylesine iri ve saldırgan ki, meydanı doldurup masaların üstüne zıplıyor. Gözler ses tanelerinin arasından birbirlerine uzanacak delikler arıyorlar. Bağıran duygusuz bir melodi, kulakların deliklerini tıkıyor. Kelimeler kulaklardan içeri akamıyor. İnsanlar ses tanelerini sinek kovalar gibi kovalamaya çalışsalar da yok edemiyorlar. Tek başına kitap okuyan biri, müziğin kaynağını bulamayıp sinirlenerek kalkıyor. Diğer insanlar kayıtsızca devam ediyorlar oturmalarına ve konuşmalarına.

Ülkemizde ses en çok müzik ve satış için kullanılıyor. Arada bir de gün içinde tekrar tekrar aynı şeyi anlatan haberleri iletmek için. Aydınlar ve bilim insanları, bir yerlerde yazdıkları veya etrafındakilere anlattıkları için sorumluluklarını yerine getirdiklerini düşünüyorlar. Oysa ülkemizdeki insanların pek azı bu yazılanları okuyor; birçoğu alışkın olmadığından, diğerleri de ekmek parası kazanma telaşıyla zaman veya kitap bulamamaktan.

Oysa sese, mesela radyolara okumayla barışık olmasalar da her insanın kulağı açık! O kulaklardan içeriye duygu dolu melodiler,  anlamlı sözler, yararlı bilgiler, şaşırtıcı hikayeler gönderip düşündürmek, beyinleri uyandırmak mümkün. Ses daha yaratıcı, bilgili, bilimle barışık nesiller yaratmak için kullanılabilir. Bu amaçla kolay ve ucuz bir iletişim yöntemi olan sihirli kutu radyo, bir ayakkabı tamircisinin dükkânına, bir fabrikaya, evinden çıkamayan veya kitap okuyamayan bir kadının mutfağına, canı sıkılan küçük bir çocuğun dünyasına veya herkesin cebindeki telefona girebilir, ruhuna, aklına dokunabilir, dünyasını değiştirebilir. Hem de televizyon gibi esir almadan, üretkenliği baltalamadan.  Amacına uygun kullanılırsa radyo, kütüphane veya okul olabilir. Öğrencilerle, aydınlarla halkın buluştuğu küçük bir ses sahnesine dönüşebilir. Üniversiteler veya eğitici gönüllüleri, öğrencileriyle kol kola,  etkileşim içinde oldukları şehir halklarını da eğiterek de geliştirebilirler. Bu anlamda özellikle yeterince kaliteli radyo yayıncılığının yapılmadığı küçük illerde yerleşik üniversitelere ve öğretim üyelerine büyük rol düşüyor. Akdeniz Üniversitesi ve ODTÜ gibi üniversiteler bu yolda başarılı örnekler oluşturuyor. Ancak 2000 kadar radyo veya televizyonun yer aldığı ülkemizde yine de üniversite radyolarının sayısı oldukça sınırlı. Belediyeler, üniversiteler veya sosyal örgütler; vakıflar, ortalığı bol bol reklam dağıtan küçük patronlara bırakmış durumda.

Peki, ama neden hala biz durmadan insanlarımızın okumadığından, bilimden uzak olduğundan dert yanıyoruz? Neden daha çok eğitmeyi ve eğlendirmeyi bir arada yapan radyolar kurmuyoruz? Neden bir ayakkabı tamircisine onun anlayacağı veya seveceği dilden düşünce veya bilim programları hazırlamıyoruz? Bizi tutan ne?